Çocukluğumun,bebekliğimin geçtiği yeri anlatmak için çok çocuk ya da çok genç olduğumun farkındayım;ancak oranın bana hissettirdiklerini anlatabilecek kadar yaşlı hissediyorum. Şehir olarak terk ettiğim,hayatım boyunca sokaklarından korktuğum yere döndüğümde yaşlanmış bir akraba gibi bulacağımı bilmiyordum O’nu. Tahmin ediyordum saçlarına ak düşmüş olabileceğini,yavaş yavaş duymamaya başlayacağını,huysuzlaşacağını,beni önce yadırgayacağını biliyordum tabii ki. Alışık değildi böyle şeylere. Sokaklarında lastik ayakkabılarla yürüdüğüm bana ilk dersimi veren ilk korkum ilk aşkım ilk yaz sabahım ilk kış günüm beni böylesine üzmeyecek sanıyordum.
Ayakları tutmuyordu. Bundan olacak tüm gazeteler bir başka komşu aracılığıyla getiriliyordu bu yaşlı kadına. Alışverişini başkaları yapıyordu. Evinde yemek bile pişmiyordu;komşular bakıyordu O’na. Bakışları değişmişti. Sevecenliğin yerini korkaklık almıştı. Güvenmiyordu insanlara. Torunları çocukları bambaşkaydı. Bıraktığımda benle yaşıt olanlar büyüyüp ya bir markanın ya da bir şey olmanın verdiği keyfin esiri olup şehri terk etmişler ya da yaşadıkları şehri bu güzel kadının yanıbaşında olmalarına rağmen yalnız bırakmışlardı. Saçlarını kestirir gibi yollarını yaptırmışlardı şehrin. Taşların üstüne taşlar koymuşlardı. Makyajı güzeldi ama kapatmıyordu kırışıklıkları. Unutulmuşluk denen şey birkaç taş parçasının,büyük binaların,para getiren sanayi tesislerinin,birkaç gazete haberinin silebileceği bir şey değildi. İlk dostları çoktan terk etmişti şehri. Aslında bu tam bir terk ediş sayılmazdı. Yere dik duran taşlar olup toprağa karışmışlar en sonunda bir bahar çiçeği olarak kokularını sarmışlardı şehre. Büyük dedelerim büyük annelerim vardı şehrin kokusunda. İçime çektim gelmedi koku,git dedi: sen yabancısın. Yalandan da olsa gözyaşı dökmesini isterdim bu git’ten sonra. Bakmadı bile şehir. On iki yıllık evimin önünden geçtim. Balkonunda başka bir kadın oturuyordu ne annem kokuyor ne de babam gibi soluyordu. Evin hemen altındaki dükkanda alışık olmadığım şeyler satılıyordu,çocukken veresiye defterini kabarttığım pastanedeki adam bile zor tanır olmuştu beni ve hala doğru söyleyemiyordu adımı. İlkokul sırasından tanıdığım arkadaşımı gördüm. Selam verecek oldum,o da kadın kadar huysuz muydu yoksa kadını unutanlar kadar vefasız mı,bilemedim. Geçip gitti yanıbaşımdan. Din dersinde çektiğimiz kopya da boşa gitmişti,kutuda kalan son 0,5 uç da. Unutulup gitmişti işte,bir çocuk olmuştum gözünde,öğretmenin yanında bir yerde mavi önlüklü bir hatıra,o kadar işte. Beni kollarımdan çekerek zorla aldıkları şehir,beni zorla atıyordu dışarı. Unutulmuş bir yumurtada şans eseri doğmuş piç bir kaplumbağa gibi duruyordum ortalıkta. Kimse sormuyordu,kimse neden geldin bile demiyordu,herkes unutmuştu,kadın benim için de ölüyordu.
Kapıyı kapatalı çok zaman olmuştu. Bu bir terk ediş değil buruk bir ikinci veda olacaktı. Fotoğrafları bile sararmış bir akrabayı yıllar sonra denecek kadar uzun bir zaman sonunda gördüm. Elleri titriyordu. Tutayım dedim,kalayım çocuk olarak,yarın izin vermiyordu. Ne gidebildim ne kalabildim şehirde. Bu sefer ben şehri değil,şehir beni terk etmişti.
Sarphan Uzunoğlu
01/09/06
Şimdi ise buna zamanın ardından bir araya gelip, kaptanların gemiyi terk etmediğini göstermek adına, daha farklı yaşanmışlıkları yazmak için kepenkleri tekrar açıyor.
2004 model köprü'yü ziyaret ettiniz mi?
su & mea
7 Eylül 2008 Pazar
Bir Şehir Hikayesi
Etiketler:
öykü,
sarphan uzunoğlu
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder