Bu sokak hep çok karanlık gelmiştir bana. Hayır, sokak lambaları yanmadığı için değil. Ya da araba farlarıyla yıkanmadığından da değil ki kapalıdır ucu, çıkmazdır arabalara ve lambalar da gece gündüz ısrarla yanmaz. Karanlığı başkadır bu sokağın. Ne bir kapkaççı karanlığı, ne de çareyi tinerde bulanların. Daha çok, nasıl denir, huzura yakın, paylaşıma uzak derin bir fakirhane açmazı. Meteliksiz, düşmansız-ve dostsuz güzel bir karanlık…
Islık çalıyorum - derler ki beceririm çalmasını-. Ve karanlığı dolduruyorum uydurduğum ezgimle. Ellerim cebimde yine. Hiç şeytan gelmiyor bu sokakta gece çalınan ıslıklara. Taşları sayıyorum sokaktaki. Meraklanıyorum yine bin altı yüz otuz yedi çıkar mı diye. Evlerin ışıkları solukça yansıyorlar küçük ve biçimsiz taşlardan yüzüme. Üç yüz altmış beşte karıştırıyorum hangi taşta kaldığımı, ıslıklı ezgim doruk noktasına ulaşırken. Bir ağır küfür geçiyor içimden, böylece ezgide sessizliğe bürünüyor. Gülümsüyorum. Sokak yine beni yutuyor.
İlk kez çok eskilerden bir hanımefendiyle bulunmuştum bu sokakta. Ağlıyordu olanca ergenliğiyle. Ben yeni yeni farkına vardığım erkekliğimle sarılmıştım kendisine. Nitekim tahmin etmiştim ağlayacağını ama minibüsle gelemediğim sokakta, mendil de alamayacak kadar parasız beklemiştim kendisinin gelmesini. Dertlerimiz küçüktü o zaman, öpülemeyen bir dudak kadar. Ve ben o gün ilk kez tadına bakmıştım, başka bir insanın ıslak nefesinin. Merak etmeye çalıştım şimdi ne yapıyordur diye ama umursamamaya alışmışım uzun zamandır. Yapamadım.
Bu sokakta ilk sabahladığım gün de bu ilk geldiğim gündü. Tek tük insanlar gelip geçti yanımdan. Alışkın değillerdi pek benim gibi gülen suretlere sanırım. Dikkatle baktılar genişlemiş yüzüme. Sabaha doğruysa sağ arka ayağı aksak bir köpek ilişti yanıma. O zaman fark ettim hala gülümsediğimi; ağzımdaki toy tadı kaybetmek korkusuyla hiçbir şey yememiştim. Garipti. Çocuksuydu, saftı. Uzun süredir anlamını yitirmediği kadar.
Önemli olaylarımı burada sindirmeye alıştım. Sınavlarım, finallerim, tezkerem, evliliğim, terfilerim, ödüllerim, ölümlerim, düşüşlerim… Her geldiğimde biraz daha kaybettiğimi anladım saflığımı. Ve taşlar hep bin altı yüz otuz yedi kaldı.
Şimdi, az önce üşüdüğümü fark ettim. İlk kez üşüyorum sanırım burada. Nedenini merak ediyorum. Ve merak ettiğime şaşıyorum. Yoksa insan mıyım yine? Elimi kaldırıp bir hırka isteyebilirim. Hayır. Doyasıya yaşamaya koyuluyorum insanlığımı ve yalnızlığımı.
İlk işime gitmeden de buradaydım. Bir büyüğüm – taksiratını affetsin diyemem Allah’a affetmez zira- demişti ki; “ bir yerden sonra; tüm duyguların köreldikten, yüzünü kırmızı tatminden başka bir şey güldürmeyince, bir an olur. Yine ağlayabileceğini hissedersin. Sanki masumiyetin hiç kaybolmamış gibi. İşte evlat o zaman ölümü beklemelisin. Çünkü melekler kenara ittiğin güzellikleri, ne kaybettiğini bil diye son kez önüne koyarlar. Sonra da kurşunu yersin.”
“ Abi gidelim istersen.” Tarık titrediğimi görmüş olsa gerek. Ya da gözlerimin yaşardığını. Herhalde ilk kez görmüştü böyle beni, on beş yıllık; hayatımı kollama, hayatını öne sürme, ölme, öldürme, ceza kesme, adam kaçırma, adam zehirleme, suikast hayatında. Büyüğüm aklımda hala. Küfrediyorum ağlayarak içimden ve teşekkür ediyorum zavallı Tarık’a belki bir gün, belki beş yıl daha verdiği için. “Git lan başımdan. Hepiniz, sittirin gidin başımdan” sesim on üç yaşında bir çocuğun ağlayarak annesine bağırması gibi çıkıyor. Şaşırıyor Tarık. Adamlarımı toplayıp son model arabalarıma bindirip gidiyor. Hazırım. Pişmanım. Ama hazırım gitmeye, gönderilmeye.
Ah İlknur. Sen demiştin değil mi? “Demedi deme” demiştin. Çok güzeldin İlknur çok ateşliydin. Ve ben hiç kimseyi seninle seviştiğim heyecanla öldüremedim.
Vakit tamam. Taşlar da hala yerinde. Bin altı yüz otuz yedi. Yoksa karıştırdım mı sayıyı. Mümkün. Ama mühim değil. Duyuyorum geldiklerini. Biliyorum hiçbir şey sormadan uyuz bir köpek gibi vuracaklar beni bu köhne sokakta.
İlknur. İsmin ne de uygun. Poe şiirlerinde ki zorlama rastlantılar gibi. Nefret ederim Poe’dan. Pabucumun alegoriği. Anabel Lee’miş. Pöh. Poe. İlknur. Gözümün ilk nuru, tek nuru. Sen demiştin be İlknur. Ölürsün bırak demiştin. Ah be tatlım. Bilmezsin sen. Kolay değil bir tanem. Hayatım kolay değil.
Islığım yine yerli yerinde. Eskilerden bir ezgi hani taa ben gençken çalanlardan. -Ulan sokak sattın beni şeytanlara.-
Karşıdaki apartmanın her katından birer adam fırlıyor. Nereden öğrendiler acaba sokağımı. Uzun süredir gelmemiştim. Vuracak adam arıyorlar. Beni koruyor olmasını bekledikleri adamlarımı. Şaşırmışlardır kesin. Namussuzlar sizi. Şaşırırsınız elbet.
Görüyorum katilimi. Uzun siyah pardösü giymiş. Nerden öğrenirler bu ucuz mafya ayaklarını bilmem. Korkuyorum. Yıllar sonra ilk defa. Pişmanım. Öylesine pişmanım ki körelttiğime duygularımı. Ağır geliyor şimdi yeniden duymak, insanı insan yapan şeyleri. Alçak melekler. Mutsuz gönderiyorlar beni zebani akrabalarına.
Sokağı boyayan bir klik sesi. Şakağıma dayıyor pardösülü. Gülümsüyorum. Delikanlılık – artık ne demekse- yapıyor aklı sıra yüzüme bakarak. Zavallı. Söyle İlknur sen bilirsin ölmeyi, sözlerim yarım mı kalır? Düşüncelerim devam eder mi anlatmaya? Meraklıyım pek. Şu melekler yüzünden. Kanım bin altı yüz otuz yedi taşa da değer mi acep? Kelime-i şahadet getirsem cennet’e bir kerecik olsun bakabilir miyim sence? Yaradan affeder mi acaba bu şuursuz ku….
…meren
0 yorum:
Yorum Gönder